No hate. No violence
Races? Only one Human race
United We Stand, Divided We Fall
Radio Islam
Know Your enemy!
No time to waste. Act now!
Tomorrow it will be too late

English

Franç.

Deutsch

عربي

Sven.

Español

Portug.

Italiano

Русск.

бълг.

Hrvat.

Češt.

Dansk

Suomi

Magyar

Neder.

Norsk

Polski

Rom.

Srpski

Slov.

Indon.

فارسی

Türkçe

日本語

汉语


ROGER GARAUDY 

İsrail

Mitler ve Terör

[ 1 ] [ 2 ] [ 3 ] [ 4 ] [ 5 ] [ 6 ] [ 7 ] [ 8 ]

[ 7 ]

 

 [189]

 Üçüncü Bölüm

——————

EFSANENIN SIYASÎ KULLANIMI

  [191]

 

1. Amerika Birleşik
Devletleri'nde lobi

  

"İsrail Başbakanı, Amerika
Birleşik Devletleri'nin Ortadoğu
ile ilgili dış politikasında, kendi
ülkesinde sahip olduğundan çok
daha fazla nüfuza sahiptir."
Paul Findley, They dare to speak out ([1]), s. 92

 

Böylesi efsaneler, iyi niyetli milyonlarca insanda zorlukla sökülüp atılabilecek inançları nasıl olus¸turabildiler?

Cevap: Siyasilerin eylemini saptırabilecek ve kamuoylarını şartlandırabilecek yetenekteki her çeşit güçlü "lobiler"in meydana getirilmiş olması sayesinde.

6 milyon Yahudi'nin yaşadığı Amerika Birleşik Devletleri'nde, "Yahudi oyu" belirleyici olabilmektedir. Çünkü seçimde çoğunluğu elde etmek (oy kullanmayanların sayısının yüksek oluşu ve 2 parti arasında büyük çapta proje farklarının bulunmayışı yüzünden) önemsiz bir şeye bağlıdır ve zafer az bir farkla kazanılabilir.

Ayrıca, büyük ölçüde adayın "görünüş"ü veya televizyondaki anlatım kurnazlığıyla yakından alâkalı olan oyların uçar gezerliği, kendisinin siyasî "pazarlarna" komitelerine ve imkânlarına bağlıdır. "1988'de, Amerikan Senato üyeleri seçimlerinde 500 milyon dolarlık bir seçİm bütçesi gerekti.

Kaynak: Alain Cotta, Bütün Yönleriyle
Kapitalizm,
Ed. Fayard, 1991,s. 158.

 

[192]

Capitole'de (Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosu'nda) resmen tasdik edilmiş en güçlü lobi, A.I.P.A.C. (American Israeli Public Affairs Committee)'dir.

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki siyonist güç, daha 1942'de öyle bir noktaya varmıştı ki, New-York'taki Baltimor Oteli'nde Bolşevik tipi bir Sözleşme, (Balfour Bildirisi ile vaad edilmiş, Britanya ve Amerika'nın himayesi altında arazi satın almalarla yavaş yavaş sömürgeleştirilmiş) "Filistin'deki Yahudi Ocağı"ndan Egemen bir Yahudi devleti'nin kurulmasına geçiş kararı içeriyordu.

Bütün siyonizm tarihinin çarpıcı özelliği olan iki yüzlülük, Herzl'in çabalarının sonuçlanması demek olan (1917'deki) "Balfour Bildirisi"nin "yorumlar"ında kendini gösterir. "Yahudi Millî Ocağı" Bazel Kongresi'nde tekrarlanmıştır. Lord Rothschild, "Yahudi halkının millî ilkesi"ni öngören bir bildiri tasarısı hazırlamıştı. Balfour'un nihâî bildirisi artık bütün Filistin'den bahsetmez, fakat sadece "Yahudi halkı için Filistin'de millî bir Ocak kurulmasından" söz eder. Gerçekten de herkes, sanki manevi ve kültürel bir merkez söz konusu imiş gibi "ocak" der, fakat aslında "devlet"i düşünür. Herzl'in bizzat kendisi gibi. Lloyd George The Truth About the Peace Treaties (Ed. Gollancz, 1938, c. 2, s. 1138-39) kitabında yazar: "O dönemde Kabine üyelerinin kalasında ne olduğu konusunda şüphe edilemezdi... Filistin bağımsız bir devlet olacaktı." Savaş Kabinesi üyesi General Smuts'un 3 Kasım 1915'te, Johannesburg'ta yaptığı şu açıklama manidardır: "Gelecek kuşaklar içinde, orada (Filistin'de) bir kere daha büyük bir Yahudi devletinin yükseldiğini göreceksiniz."

Daha 26 Ocak 1919'da Lord Curzon yazıyordu: "Weizmann size bir şey dediği ve sizin "millî Yahudi ocağı"nı düşündüğünüz

[193] sırada, kendisinin kalasında tamamen lark lı bir şey vardı. O bir Yahudi devleti ve Yahudiler taralından yönetilen, boyun eğmiş bir Arap halkı tasarlıyor. Perde arkasından bunu gerçekleştirmeyi ve Britanya'nın garantili himayesini anyor."

Weizmann Britanya hükümetine, siyonizmin hedefinin (dört veya beş milyonluk Yahudi ile) bir "Yahudi devleti" kurmak olduğunu açıkça izah etmişti. Lloyd George ve Balfour kendisine teminat verdiler "Balfour Deklarasyonu'nda, bizler "millî ocak" terimini kullanırken, bununla doğrudan ~oğruya bir Yahudi devletini kastediyorduk".

14 Mayıs 1948'de, Ben Gurion Tel-Aviv'de bağımsızlığı ilân eder: "Filistin'deki Yahudi devleti İsrail adını alacaktır."

Ben Gurion gibi, dünyadaki her Yahudi için gelip bu devlete yerleşmesinin ödevi olduğunu düşünenler ile, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Yahudi faaliyetinin bizzat İsrail için dahi daha önemli olduğunu savunanlar arasındaki farklılığa rağmen, bu sonuncu eğilim üstün geldi: İsrail'e göç eden Amerikalı veya Kanadalı 35 bin kişiden sadece 5.400'ü bu ülkeye yerleşti. 

Kaynak: Mdvin i. Wrofsky: We are one!
 American Jewry and Israel,
New-York,
 1978, Ed. Ander Press - Doubleday, s. 265- 266.

İsrail devleti Birleşmiş Milletler'e bu lobinin utanmazca baskıları sayesinde alınmıştır.

Eisenhower petrol üreten Arap ülkelerini kendisinden uzaklaştırmak istemiyordu ve petrol için "Harika bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihinin en büyük zenginliklerinden biri" diyordu. 

Kaynak: Bick, Ethnic Linkage  and Foreign Policy, s. 81.

Truman seçimle ilgili sebeplerden ötürü onun bu tedirginliklerini sildi süpürdü, ondan sonra gelenler de aynı yolu izledi.

Siyonist lobinin ve "Yahudi oyu "nun gücü hakkında, bir

[194] grup diplomat önünde, 1946'da bizzat Başkan Truman şu açıklamayı yapmıştı: "Üzgünüm beyler, fakat siyonizmin zalerini bekleyen yüz binlerce insanı tatmin etmek zorundayım. Benim seçmenlerim arasında binlerce Arap yok.

Kaynak: William Eddy, F.D. Roosevelt and
 Ibn Saoud
, N.Y. "American Friends of the Middle East", 1954, s. 31.

Britanya eski Başbakanı Clement Atlee şu şahadette bulunur : "Amerika Birleşik Devletleri'nin Filistin politikası, Yahudi oyu ve birçok büyük Yahudi firmasının malî destekleriyle şekillenmişti.

Kaynak: Clement Atlee, A Prime Minister
 Remembers
, Heinemann, Londra, 1961, s. 181.

Eisenhover, Sovyetler'le mutabık kalarak, 1956'da İsrail'in Süveyş kanalına karşı (İngiliz ve Fransız yöneticiler tarafından desteklenen) saldınsını durdurmuştu.

Senatör J. F. Kennedy bu meseleye karşı hiçbir heyecan veya memnuniyet göstermemişti.

1958'de, Yahudi dernekleri "Başkanlar Konferansı", başkanları Klutznik'i, muhtemel aday Kennedy ile temasa geçmekle görevlendirdi. Kennedy'ye nobranca şöyle dedi: "Demeniz gereken şeyleri söylerseniz, bana güvenebiIirsiniz. Yoksa size sırtını dönecek tek kişi ben olmayacağım."

Demesi gereken s¸eyleri, Klutznik ona özetledi: Süveys¸ meselesinde Eisenhover'ın tutumu kötüydü, halbuki 48'de Truman dog˘ru yoldaydı... Kennedy, 1960'da Demokrat Parti Kongresi tarafından aday gösterilince, bu "ög˘üdü" tuttu. Yahudi ileri gelenleri önünde, New York'ta yaptıg˘ı açıklamalardan sonra, seçim kampanyası için 500 bin dolar topladı, Klutznik'i danıs¸man seçti ve Yahudi oyunun yüzde 80'ini aldı. 

Kaynak: Melvin 1. Wrofsky,  age., s. 265-6 ve 271-80.

[195] 1961 baharında, Ben Gurion'la New York Waldorf Astoria otelindeki ilk buluşmasında, John F. Kennedyona şöyle dedi: "Amerikan Yahudiler'inin oyları sayesinde seçildiğimi biliyorum. Seçilmemi onlara borçluyum. Yahudi halkı için ne yapabileceğimi bana söyleyin." 

Kaynak: Edward Tivnan, The Lobby, S. 56 (zikreden :
Ben Gurion'nun hayatını yazan Michel Bar Zohar).

Kennedy'den sonra, Lyndon Johnson daha da ileri gitti. Bir İsrailli diplomat şöyle yazıyordu: "Büyük bir dostumuzu kaybettik. Fakat ondan daha iyisine kavuştuk... Johnson Yahudi devletinin Beyaz Saray'da sahip olduğu dostlann en iyisidir.

Kaynak: I. L. Kenan, Israel's Defense  Line,
Buffalo, Prometheus book, 1981, s. 66-67.

Gerçekten de Johnson, 1967'deki "Altı Gün Savaşı"nı adamakıllı destekledi. Bundan böyle Amerikan Yahudiler'inin yüzde 99'u İsrail siyonizmini müdafaa ettiler. "Bugün Yahudi olmak demek, İsrail'e bağlı olmaktır.

Kaynak: Schlomo Avineri: The Making of Modern
Zionism
, N.Y. Basic Books, 1981, s. 219.

Kasım 1967'de, Birleşmiş Milletler savaş sırasında işgal edilen toprakların boşaltılmasını gerektiren 242 sayılı kararı aldı. De Gaulle, bu saldırıdan sonra, İsrail'e gönderilecek silâhlara ambargo koydu. Amerikan Parlamentosu da bu ambargoya uydu. Fakat Johnson, Aralık ayında, bunu kaldırttı ve A.I.P.A.C.'-nin baskısıyla İsrail tarafından sipariş edilmiş olan Fantom uçaklarını teslim etti. 

Kaynak: Bick, age., s. 65 ve 66.

Bunun sonucu olarak da İsrail, Vietnam'daki savaşı tenkit etmedi. 

Kaynak: Abba Eban, Otobiyografi, S. 460.

[196]
Golda Meir 1979'da ABD'ye geldiğinde, Nixon bu kadını "Tevrat'ın Debora"sına benzetti ve İsrail'in refahı (boom) konusunda onu övgülere boğdu. 

Kaynak: Steven L. Spiegel: The Other Arab-Israeli Conflict,
University of Chicago Press, 1985, s. 185.

BM'in 262 sayılı kararını esas alan "Rogers Planı" Golda Meir tarafından reddedildi. 

Kaynak: Kenan, age, s. 239.

Nixon I˙srail'e 45 fantom uçag˘ı daha verdi ve bunlara ilâveten 80 bombardıman uçag˘ı Skyhawk takdim etti.

Nasır 8 Eylül 1970'de öldü ve Sedat I˙srail'e barıs¸ teklif etti. Dıs¸is¸leri Bakanı Abba Eban'a rag˘men, Savunma Bakanı Mos¸e Dayan bu teklifi reddetti.

Bunun üzerine Sedat 6 Ekim 1973'te, Yom Kippur Savaşı adını alan taarruzu başlattı ve Madam Golda Meir'in namını söndürdü. Kendisi bundan dolayı LO Nisan 1974'te istifa etti, Moşe Dayan da aynısını yaptı.

Bununla beraber, Amerikan Meclis ve Senatosu'ndaki Yahudi lobisi, İsrail'in hızla silâhlandırılması yönünde büyük bir başarıya imza attı: Rakip Arap lobisiyle mücadele etmek bahanesiyle 2 milyar dolar kopardı. 

Kaynak: Neff, Warriors of Jerusalem, s. 217.

Wall Street'in Yahudi bankalarının parası hükümet yardımına eklendi. 

Kaynak: Bick, age., s. 65 ve  Abba Eban, age., s. 460.

 

Senatör Hubert Humphrey için 100 bin dolardan fazla bag˘ıs¸ta bulunan 21 kis¸inin 15'i Yahudi idi. Bunların ilk sıralarında ise, Lew Wasserman gibi "Hollywood'un Yahudi Mafyası"nın babaları bulunuyordu. Genellikle Demokrat Parti'nin seçim fonunun yüzde 30'undan fazlasını onlar temin ediyordu. 

Kaynak: Stephen D. Isaacs, Jews  and American
Politics
, N.Y. Ed. Doubleday, 1974, bölüm 8.

[197]
A.I.P.A.C. yeniden seferber oldu ve üç hafta içinde, 21 Mayıs 1975'te, Başkan Ford'dan kendileri gibi İsrail'i desteklemesini isteyen 76 senatörün imzasını aldı. 

Kaynak: Shechan'daki tam metin. "Arabs, Israelis,
and Kissinger
", Reader's digest press, s. 175.

Jimmy Carter'ın yolu çizilmişti: New jersey'deki Elisabeth Sinagog'unda, mavi kadifeden cübbesini giydi ve konuştu :

"Sizinle aynı Allah'a saygı duyuyorum. Bizler (babtistler) sizinle aynı Kitab-ı Mukaddes'i inceliyoruz." Ve noktaladı: "Israil'in ayakta kalması siyasete bağlı değildir. Bu ahlâkî bir ödevdir." 

Kaynak: Time, 2l Haziran 1976.

Begin ve dinî partilerin İsrail'de iktidarı İşçi Partisi'nden aldıkları dönemdi : "Begin kendisini İsrailli olmaktan çok Yahudi olarak görüyordu" diye yazar Begin'in biyografı. 

Kaynak: Silver, Begin: The  Haunted Prophet, s. 164.

Kasım 1976'da, Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Nahum Goldman, Washington'a Başkan ve danışmanları Vance ile Brzezinski'yi ziyarete geldi. Carter yönetimine şu beklenmedik tavsiyede bulundu: "Amerika Birleşik Devletleri'ndeki siyonist lobiyi kırın." 

Kaynak: Stern, New-York, 24 Nisan, 1978.

Goldman hayatını siyonizme ada dı ve Truman zamamndan beri "lobi"de birinci planda bir roloynadı ve bugün, kendi kurduğu Başkanlar Konferansı'nın "yıkıcı bir güç" ve Ortadoğu barışına "büyük bir engel" olduğunu söylüyordu.

Begin iktidardaydı ve Goldman, kendi baskı grubunu yıkmak pahasına, onun politikasını dinamitlemeye karar vermişti.

Altı sene sonra, bu karşılaşmanın muhataplarından biri

[198] olan Cyrus Vance, Goldman'm sözlerini teyit eder: "Goldman bize lobiyi kırmamızı teklif etti, fakat Başkan ve Dışişleri Bakanı buna güçlerinin yetmeyeceği ve zaten bunun Yahudi düşman lığına yol açabileceği cevabını verdiler.

Kaynak: Cyrus Vance'ın Edward Tivnan'a mülâkatı:
The Lobby, Ed. Simon  and Schuster, 1987, s. 123.

İşçi Partililer'le iktidarı paylaşan Begin, Dışişleri Bakanlığı'na Şimon Peres'in yerine Moşe Dayan'ı atadı. Amerika'daki Yahudi Başkanlar Konferansı Başkanı Shindler bu değişikliği aşırılar lehine kabul ettirdi ve Dayan'ın oylardan yararlanma özelliğini vurguladı. İşçi Partililer'in destekçileri olarak gördüğü Amerikan siyonistlerinden Begin, belli bir süre, kaygıduymadı.

Fakat hahamların Begin üzerindeki nüfuzunu, bilhassa da (lşçi Partisi'nin devletçi müdahalelerinin aksine) Begin'in "hür teşebbüs"e bağlılığını müşahede eden Amerikalı iş adamları, Camp David uzlaşmalarını (Eylül 1978) alkışladılar. İsrail'le ayrı bir barış anlaşması yapan Sedat, Batı Şeria'ya (Begin'e göre "Tevrat" toprakları olan Judea ve Samaria) dokunmuyor ve sadece, Begin için "Tevrat toprağı" olmayan, Sina yarımadasını alıyordu. 

Kaynak: Stephan D. Isaacs: Jews and
American Policy
, Doubleday, 1974, . s.122.

1976'da Carter Yahudi oylarının yüzde 68'ini aldı; daha sonra Mısır'a F 15 ve Suudi Arabistan'a "Awacs" uçakları sattığı için 1980'de ancak yüzde 45'ini elde edebildi. Halbuki bu uçakların İsrail'e karşı asla kullanılmayacağı, çünkü Amerikan ordusunun bütün verileri yerden denetim altında tutup yönlendirdiği güvencesini vermişti.

Neticede 1980'de Reagan tarafından yenildi. Carter'ın aksine Reagan, gelecek iki sene için 600 milyon kredi verdi.

Camp David'den sonra, Mısır tarafından arkadan vurulma-

[199] yacağından ve Suudi Arabistan'a satılan Awacs uçaklarının tamamen Amerikan denetimi altında bulunduklarından emin olan Begin, Amerikalılar'a önleyici bir savaşla iktidarını gösterebildi. Bu maksatla (tıpkıjaponlar'ın Pearl Harbour'a ve Altı Gün savaşlarında İsrailliler'in Mısır hava kuvvetlerine yaptığı gibi) bir imha hareketi gerçekleştirdi. Önceden savaş ilânında bulunmaksızın, Irak'ın Fransızlar tarafından inşa edilmişolan Ozirak nükleer santralini yerle bir etti. Begin hep aynıkutsal efsaneyi kullanıyordu:

"Artık asla bir başka Holokost olmayacaktır." 

Kaynak: Washington Post, 10 Haziran 1981.

Ortadoğu'daki durumun vahimleşmesinden endişe eden Amerika'nın protestosunun zayıflığından cesaret alan Begin, bir ay sonra, 17 Temmuz 1981'de, Beyrut'un Batı'sını bombaladı. Bunun oradaki FKÖ üslerini tahrip için yapıldığını söylüyordu.

Bunun üzerine Reagan Suudi Arabistan'a 8 buçuk milyarlık Awacs ve başka füzeler satma projesini açıkladı. Bunların İsrail'i tehdit etmesinin kesinlikle mümkün olmadığı, çünkü tam Amerikan kontrolünde olacakları teminatını verdi.

O kadar ki Senato'da bu iyi ekonomik iş ve Körfez'de Amerikan hakimiyetinin bu pekişmesi çoğunlukla kabul edildi. (Suudiler Suriye, Ürdün ve elbette de İsrail üzerinde uçmamayı taahhüt etmişlerdi.) 

Kaynak: Facts and Files, 20 Eylül 1981, s. 705.

Tevrat'a dayandınlan efsanevi "büyük I˙srail" hülyasıyla her zaman oldug˘u gibi kendinden geçmis¸ bulunan Begin, Carter'm "yasa dıs¸ı" ve Birles¸mis¸ Milletler'in 242 ve 338 sayılı kararlarına zıt oldug˘unu ilân ettig˘i (I˙s¸çi Partisi'nin bas¸lattıg˘ı) Batı S¸eria'ya I˙srail kolonileri yerles¸tirmeye devam etti. Ne var ki Reagan I˙srail'i Sovyetler Birlig˘i'nin Körfez petrolleri üzerindeki emellerini önleyici bir araç olarak görüyordu. Kasım

[200] 1981'de, Begin'in Savaş Bakanı Ariel Şaron, Amerikalı meslektaşı Casper Weinberger ile görüştü ve onunla birlikte, bölgeden her türlü Sovyet tehdidini bertaraf edecek bir "strateji işbirliği" hazırladı. 

Kaynak: N.Y. Times, 1 Aralık 1981.

14 Aralık'ta Begin Golan'ı ilhak eder. Reagan 242 sayılı kararın bu yeni çiğnenişini protesto eder. Begin isyan bayrağı açar: "Biz bir muz cumhuriyeti miyiz? Sizinkine bağlı bir devlet miyiz?

Kaynak: Steven Emerson, "Dutton of Arabia"
New Republic'te, 16 Haziran 1982.

Ertesi yıl Begin Lübnan'ı işgal ediyordu. Savaş departmanı yöneticisi General Haig, Beyrut'a Hıristiyan bir hükümet dayatmaya matuf bu istilaya yeşilışık yakar. 

Kaynak: Ze'ev Shiff ve Ehud Ya'ari: Israel's
Lebanon War
, N.Y. Simon and Schuster, 1984.

Pek az Amerikalı bu istilâyı tenkit etti, tıpkı pek az İsrailli'nin Vietnam savaşını eleştirdiği gibi. Fakat Şaron ve Ey tan' ın gözleri önünde ve onların suç ortaklığıyla yapılan Sabra ve Şatila katliamı ve bunun televizyonlardan verilen görüntüleri, Yahudi lobisini sessizliğini bozmaya mecbur etti.

Dünya Yahudi Kongresi Başkan Yardımcısı Hertzberg ve çok sayıda Haham, Begin'i Ekim 1982'de tenkit ettiler. Bu tenkidini televizyonda yapmış olan Haham Shindler'i Begin "Yahudi olmaktan çok Amerikalı" olmakla suçlayıp payladı ve onun yardımcılarından birini de "hain" ilân etti. 

Kaynak: Michael Kremer: "American Jews and
Israel. The Schism
", N.Y., 18 Ekim 1982.

A.I.P.A.C.'nin bir sözcüsü, kendisi gibi istilâyı tasvip edenlerin stratejisini açıkladı:

"İsrail'de sağ kanada olan desteğimizi -"West Bank"ta ne olup

[201] bittiğini umursamayan, fakat Sovyetler Birliği'ni hedef alan kimselerle birlikte- güçlendireceğiz.

Kaynak: Tivnan tarafından yapılan görüs¸me (age.), s. 181.

Bu münasebetle, siyonist Hıristiyanlar İsrail saldırısını desteklediler. Bunların başkanları ve Begin'in, sadece 6 milyon Yahudi'nin bulunduğu bir ülkede, "60 milyon Hıristiyan'ı temsil eden adam" diye adlandırdığı Jerry Falwell en yüksek siyonist nişanına lâyık görüldü. Kendisine İsrail'e yaptığı hizmetlerden ötürü, İsrail devleti 100 milyon dolardan fazla tutan Jabotinski ödülünü verdi ve 140 milyon dolar da Swaggert bağışı yapıldı. 

Kaynak: Time "Power, glory - politics",  17 Şubat 1986.

Her şeyin alınıp satıldığı bir dünyada, malî ve dolayısıyla siyasî güç giderek daha belirleyici hâle geldi.

1948'den bu yana Amerika Birles¸ik Devletleri I˙srail'e 28 milyar ekonomik ve askerî yardım sag˘ladı. 

Kaynak: Time Magazine, Haziran 1994.

 

1 Almanya ile Avusturya'nın ödedikleri "tazminatla";

2 Amerika Birleşik Devletleri'nin şartsız bağışları;

3 Dünyaya dağılmış "Diaspora" Yahudiler'in ödemeleri gibi dışarıdan İsrail'e boşanan para akışıyla rahatlamış bu lunan İsrailli yöneticiler, dış politikada, "büyük İsrail" yolundaki en ihtiraslı hedeflerini plânlayabiliyorlardı.

Kudüs'te Dünya Siyonist Örgütü tarafından yayımlanmakta olan Kivunim (Yönelişler) dergisindeki "80'li yıllar için İsrail'in stratejik plânları" ile ilgili bir makale, bu konuda bize çok net bilgiler vermektedir:

"Merkezde yer alan gövde olması bakımından Mısır, özellikle Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki giderek sertleşen çatışmalar gözüne alınırsa, şimdilik bir kadavradır. Bu ülkenin ayn cOğrafi: eyalet/ere bölünmesi, bizim Batı cephesi üzerinde, 1990'lı yıllar için siyasî hedefimiz olmalıdır.

[202]
Böylece Mısır bir kere parçalandıktan ve merkezî iktidardan yoksun bırakıldıktan sonra, Libya, Sudan ve diğer uzak ülkeler aynı çözülmenin içine gireceklerdir. Yukan Mısır'da bir Kıpti devletinin kurulması ve daha az öneme sahip bölgesel kimliklerin oluşturulması, banş anlaşması yüzünden şimdilik geciktirilmiş, fakat uzun vadede kaçınılmaz olan bir gelişmenin anahtandır.

Dış görünüşüne rağmen, Batı cephesi Doğu cephesinden daha az problem çıkanyor. Lübnan'ın beş eyalete bölünmesi... Arap dünyasının bütününde meydana geleceklerin müjdesini veriyor. Suriye ve Irak'ın etnik veya dinî kıstaslar bazında belli bölgelere aynıması, uzun vadede, İsrail için öncelikli gaye olmalıdır. Bunun birinci safhası ise, söz konusu devletlerin askerî güçlerinin imha edilmesidir.

Suriye'nin etnik yapılan, kendisini parçalanmaya hazır hâle getiriyor: Suriye'nin deniz sahili boyunca bir Şiî devleti, Halep'te ve Şam'da birer Sünni devleti kurulabilir. Her halükarda Huran'la birlikte Ürdün'ün kuzeyinde -belki de bizim Golan'ımız üzerinde- kendi devletini oluşturmayı ümid eden bir Dürzi kimliği de ortaya çıkabilecektir... Böyle bir devlet, uzun vadede, bölge için bir banş ve emniyet garantisi olacaktır. Bu bizim rahatça gerçekleştirebileceğimiz bir hedeftir.

Petrolca zengin ve iç mücadelelerin pençesindeki Irak, İsrail'in nişan çizgisindedir. Onun dağılması bizim için Suriye'ninkinden daha önemlidir, zira Irak, yakın vadede İsrail için en ciddi tehlikeyi temsil etmektedir." 

Kaynak: Kivunim, Kudüs, sayı 14,  S¸ubat 1982, s. 49-59.

(Bunun İbranca orijinaliyle tam metni benim şu kitabımda verilmiştir: Filistin, İlâhi Mesajlar Diyarı, Ed. Albatros, Paris, 1986, s. 377-387 ve 315. sayfadan başlayarak Fransızca tercümesi.)

Bu geniş programı gerçekleştirmek için, İsrail yöneticileri kısıntısız bir Amerikan yardımına sahiptiler. Lübnan'ın istilâsı

[203] arefesinde ellerinde bulundurdukları 507 uçaktan 457'si Washington'un onayladığı bağışlar ve ödünçler sayesinde Amerika Birleşik Devletleri'nden geliyordu. Amerikan lobisi, millî çıkarların aleyhine bile olsa, gerekli vasıtaları temin etme yükümlülüğünü, siyonist "lobi"nin baskısıyla, üzerine alıyordu.

Kivunim plânının hedefleri fazla uzak, çatışma da oldukça riskli görülünce, İsrail lobisi bu harekâtı Amerika Birleşik Devletleri'ne gerçekleştirtmeyi başarıyordu. Irak'a karşı yapılan savaş bunun en çarpıcı örneğidir.

"İki güçlü baskı grubu Amerika Birleşik Devletleri'ni savaşı patlatmaya iterler.

1 - "Yahudi lobisi", çünkü Saddam Hüseyin'in bertaraf edilmesi en güçlü Arap ülkesinin tehdidinden kurtaracaktı... Amerikan Yahudileri Atlantik'in öte yakasındaki medya sisteminde esaslı bir roloynarlar. Başkanla Kongre arasındaki sürekli uzlaşma Beyaz Saray'ı onlann isteklerini son derece dikkate almaya sevkeder.

2 - "İş çevreleri lobisi"... savaşın ekonomiyi atılıma geçireceği kanaatine varmıştır. İkinci Dünya Savaşı ve bunun Amerika Birleşik Devletleri'ne sağladığı devâsâ siparişler, içinden hiçbir zaman çıkamayacaklan 1929 krizini sona erdirmedi mi? Kore savaşı yeni bir ekonomik patlamaya yol açmadı mı?

Amerikaya refahı tekrar getiren mübarek savaş...

Kaynak: Alain Peyrefitte: Le Figaro, 5 Kasım 1990.

 "1982'den 1988'e dörde kat/anmış (1982'de 1 milyar 600 milyon dolar; 1988'de 6 milyar 900 milyon dolar) bir bütçeye sahip... American Israeli Public Affairs Committee (A.I.P.A.C.)'nin siyasî nüfuzunu abartmak zordur." 

Kaynak: Wall Street Journal, 24 Haziran 1987.

Siyonist yöneticiler lobilerinin bu rolünü gizlemiyorlardı. Ben Gurion açık açık söylüyordu: "Amerika veya Güney Afrika'da

[204] bir Yahudi, Yahudi arkadaşlanna "bizim" hükümet dediği zaman, İsrail hükümetini kasteder.

Kaynak: Rebirth and Destiny of  Israel, 1954, s. 489.

Dünya Siyonist Teşkilatı'nın 23. Kongresi'nde Ben Gurion, yabancı ülkedeki bir Yahudi'nin ödevleri konusunda açıklamada bulunur: "Çeşitli milletlerin bütün siyonist örgütlerinin ortak görevi, Yahudi devletine, herhalükarda, kayıtsız ve şartsız yardım etmektir. Hatta böyle bir davranış, içinde bulunduklan milletlerin otoriteleriyle çelişse bile.

Kaynak: Ben Gurion: "Tasks and character of a modem sionist", Jerusalem Post, 17 Agustos 1952 ve "Jewish Telegraphic Agency", 8 Agustos 1951 ([2])

İsrail'in Allah'ının yerini almış İsrail devletine şartsız bağlanmayı içeren siyasî siyonizm ile (diğer her din gibi saygıya değer) din olarak Yahudilik'in bu şekilde birbirine karıştırılması, elbette Yahudi düşmanlığını körükleyecektir.

ABD Dışişleri Bakanlığı buna tepki göstermek zorunda kaldı. "Amerikan Yahudi Konseyi"ne gönderilen ve burası tarafından 7 Mayıs 1964'te kamuoyuna açıklanan bir mektupta, Dışişleri Bakanı Talbot, siyonist yöneticilerin yaptıkları isteklerle hiçe saydıkları bizzat Amerikan Anayasa'sının ilkelerine dayanarak, hatırlatıyordu ki, ülkesi "bağımsız devlet olması hasebiyle İsrail devletini ve İsrail devleti vatandaşlığını tanır. Bu konuda başka hiçbir bağımsızlık veya vatandaşlık tanımaz. Amerikan vatandaşlannın dini kimliğine dayalı siyasî-yasal ilişkileri

[205] kabul etmez. Dinleri konusunda Amerikan vatandaşlan arasında hiçbir ayınm yapmaz. Sonuç olarak, Dışişleri Bakanlığı'nın' "Yahudi halkı" kavramını milletlerarası bir hukuk kavramı görmediğinin açıkça bilinmesi gerekir.

Kaynak: Zikreden: George Friedman,  Yahudi
Halınnın Sonu
, Gallimard 1956, Idées poche, s. 292.

Zaten bu katıksız bir plâtonik bildiriden öte geçmemiştir, çünkü bu apaçık hukukî uyarı, lobiye karşı hiçbir tedbirle takip edilmemiştir.

Pollard hadisesi bunun bir örneğini verir.

Kasım 1985'te, deniz kuvvetleri kurmayında analist olan, Amerikalı siyonisı bir militanjonathan Pollard, evine bazı gizli belgeleri götürürken yakalanıp tutuklanır. F.B.I. tarafından sorguya çekildiğinde, 1984 başından beri bu belgeleri İsrail'e nakletme karşılığında 50 bin dolar aldığını itiraf eder.

"Pollard hadisesi durup dururken âniden ortaya çıkmadı. Bu hadise, tedbirsiz davranışlara fırsat veren aşın bir bağımlılıkla kendini gösteren Amerikan-İsrail ilişkilerinin -gitgide sağlıksızşu anki sistemi içinde yer alır.

Bu durum 1981 'de oluşturuldu. Çünkü o dönemde Reagan Yönetimi İsrail'e, kendisini savunma bahanesiyle, onun askerî macerasına bir "açık çek" olarak yorumlanan tavizi verdi... Bunun ilk neticesi Lübnan'ın istilâsı oldu.

... Böylesi bir kibarlığın Kudüs'ün küstahlığını tahrik edeceği tahmin edilebilirdi... Sıkı bağlılığın bağlannın hınç ve saldırganlık ürettiği çok iyi bilinir... İsrail tarafından bu hınç düşüncesiz şekiller alır, Tunus'a yapılan hava saldınsı bunlardan biridir, Pollard olayının bunun bir başkası olması mümkündür.

Kaynak: Washington Post, 5 Aralık 1985.

"Onlarca yıldır, Amerikan Yahudileri, İsrail'e karşı şartsız desteklerinin Amerika Birleşik Devletleri'ne olan sadakatIerine zarar vermediğine Amerikan kamuoyunu inandırmak için gayret

[206] sarfediyorlar. Şimdi bu hususta onlara güven vermenin zor olacağı görülüyor ve artık "çifte bağlılık"tan söz edenler karşılannda kibar davranan kulaklar bulacaklar." 

Kaynak: Haaretz, 1 Aralık 1985.

İsrail lobisinin Amerika Birleşik Devletleri'ne Amerikan menfaatlerine zıt, fakat İsrail politikası için yararlı bir tutumu zorla kabul ettirmeyi başardığı örnekler pek çoktur.

İşte bunlardan birkaçı:

Senato Dışişleri Komisyonu Başkanı Senatör Fullbright, belli başlı siyonist yöneticileri bir Komite önüne çıkartmaya karar verdi. Bu Komite onların yeraltı faaliyetlerini aydınlığa kavuşturdu. Senatör, 7 Ekim 1973'te, C.B.5. televizyonunun "Milletin Karşısında" programındaki mülâkatta yaptırdığı soruşturmanın sonuçlarını açıkladı: "İsrailliler Kongre'nin ve Senato'nun politikasını kontrol ediyorlar." Şunu da ekledi: "Senato'daki meslektaşlanmızın yüzde 70'i, kararlannı hürriyet ve hukuk ilkeleri olarak tasavvur ettikleri kendi görüşlerine dayanmaktan ziyade bir lobinin baskısı altında veriyorlar."

Bir sonraki seçimlerde, Fullbright senatör koltug˘unu kaybetti. Senatör Fulbright'ın aras¸tırmasından bu yana, siyonist "lobi" Amerikan politikası üzerindeki hakimiyetini durmadan artırdı.

1985'te Lawrence Hill and Company tarafından neşredilen They Dare to Speak Out ("Onlar konuşmaya cesaret ettiler", Türkçesi: ABD'de İsrail Lobisi, Pınar Yayınları) kitabında, Amerika Birleşik Devletleri Kongresi'nde yirmi iki yıl milletvekilliği yapmış olan Paul Findley, şimdiki siyonist "lobi"nin işleyişini ve gücünü anlatır. Bu hakiki "İsrail hükümetinin şubesi" Kongre ve Senato'yu, Devlet Başkanlığı'nı, Dışişleri Bakanlığı'nı ve Pentagon'u, tıpkı "medya"yı kontrol ettiği gibi kontrolü altında bulundurmakta ve Üniversitelerde olduğu kadar Kiliselerde de nüfuzunu yürütmektedir.

[207]
İsrail'in isteklerinin Amerika Birleşik Devletleri'nin çıkarlarından önce geldiğini gösteren deliller ve örnekler boldur: 3 Ekim 1984'te, Temsilciler Meclisi, Ticaret Bakanlığı'nın ve bütün sendikaların aleyhteki raporuna rağmen, yüzde 98'lik bir ekseriyetle İsrail ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki alışverişIerde her türlü sınırlamayı kaldırır (s. 31). Her sene, bütçenin diğer bölümlerindeki kısıtlamalar ne olursa olsun, İsrail'e krediler artırılır. Casusluk ve en gizli dosyalar İsrail hükümetinin elindedir. Adlai Stevenson (Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı eski adayı), Foreign Affairs'in kış 75-76 sayısında yazar: "İsrail hükümetince anında bilinmeden, İsrail'i ilgilendiren hiçbir karar fiilen alınamaz veya ıcra organı düzeyinde tartışması dahi yapılamaz" (s. 126). Lübnan'da tam saldırı halindeki İsrail'e, sivillere yönelik silâh olan, misket bombalarının teslim edilmesini, Savunmayla ilgili Devlet BakanlığıAmerikan kanunlarına dayanarak reddetmiş olmasına rağmen, İsrailliler Reagan'dan bunu koparırlar ve halkı katletmek üzere bunları Beyrut'ta iki defa kullanırlar (s.143).

1973'te, Amerikalı Amiral Thomas Moorer (ordulararası genelkurmay başkanı) anlatıyor: Washington'daki İsrail askerî: ataşesi Mordekai Gur (geleceğin İsrail silahlı kuvvetleri başkomutanı), Amerika Birleşik Devletleri'nden (Maverick adlı) çok sofistike bir füze ile donatılmış uçaklar ister. Amiral Moorer, Gur'a şunları dediğini hatırlar: "Size bu uçaklan teslim edemem. Onlardan elimizde sadece bir filotillâ var. Hem bizler Kongre önünde bunlara ihtiyacımız olduğuna dair yemin ettik. Gur bana şöyle dedi: Uçaklan bize verin. Kongreye gelince, onu bana bırakın. Amiral ilâve eder: Böylece Mavericks'le donatılmış tek filotillâmız İsrail'e gitti" (s. 161).

8 Haziran 1967'de, I˙srail hava kuvvetleri ve donanması, Golan'ı istilâ plânlarını ortaya çıkarmasını önlemek için, oldukça sofistike detektörlerle techizatlı Amerikan "Liberty" gemisini bombalar. 34 bahriye askerî ölür ve 17l'i yaralanır. Geminin

[208] üstünde uçaklar 6 saat uçar ve 70 dakika boyunca bombalar. İsrail hükümeti bu "yanlış"tan ötürü özür diler ve olay kapatılır. Ancak 1980'de, olayın görgü tanıklarından biri, "Liberty"nin güverte subayı Ennes hakikati yerli yerine oturtur. Amiral İsaac Kid'in başkanlığını ettiği dönemin Araştırma Komisyonu tarafından resmen tasdik edilmiş olan resmî "yanlış" ifadesini mahveder. Ennes saldırıda kasıtlı ve bir cinayetin söz konusu olduğunu ispatlar. Ennes'in kitabı siyonist "lobi"nin ihtimamlarıyla hasıraltı edilir. Amiral Thomas L. Moorer bu cinayetin niçin örtbas edildiğini şöyle izah eder: "Başkan Johnson Yahudi seçmenlerin tepki göstermesinden çekiniyordu..." Amiral ekler: "Amerikan halkı ne olup bittiğini bilse çıldırır" (s. 179).

1980'de, işgal edilmiş topraklarda koloniler kurmaya devam etmemesi için İsrail'e ayrılan askerî yardımdan yüzde 10'luk indirim isteyen bir değişiklik önergesini desteklemiş olan Adlai Stevenson, Amerikan yardımının yüzde 43'ünün, yeryüzündeki 3 milyar aç insanın zararına olarak, silâhlanması için (3 milyon nüfuslu) İsrail'e gittiğini hatırlatıyordu.

Adlai Stevenson sözlerini şöyle bağlar: "İsrail Başbakanı, Amerika Birleşik Devletleri'nin Ortadoğu ile ilgili dış politikasında, kendi ülkesinde sahip olduğundan çok daha fazla nüfuza sahiptir" (s. 92).

Örnekler hayli çoktur:

"1967 yılından beri (adım adım) İsrail İşçi Partisi için değerli olan tırmanan ilhak taktiğini uzun zamandır terketmiş olan Rabin, kolonileşmeyi hızlandırmanın ve Şehri Yahudileştirmenin vakti geldiğine inandı. Doğu Kudüs (zaten İsrail 1967'den itibaren sırf Yahudiler kullanılmak üzere bölgenin üçte birine el koymuştu) kesiminde 53 hektardan daha fazla araziyi müsadere etti. Gaye öyle bir durum meydana getirmekti ki, 1996 yılında öngörülen müzakereler sırasında, "artık müzakere edilecek hiçbir şeyolmasın" idi.

Bu yeni provokasyon, Senatör Dole'ün (1990'da İsrail'e

[209] "şımarık çocuk" muamelesi yapan da aynı kişiydi) Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği'ni Kudüs'e nakletme teklifinden ötürüzaten incinmiş olan Arap ülkelerinin sert protestolanna yol açtı. Arap Birliği Güvenlik Konseyi'nin âcilen toplanmasını istedi, 2 Mayıs'ta da Fransa aynı istekte bulundu. Oturum sonunda, üye devletlerin 15'inden 14'ü Rabin'in bu müsadere projesinden vazgeçmesini isteyen bir karar lehinde oy kullandı. Bunun üzerine ABD, 1972 yılından bu yana 30. sefer, İsrail'i desteklemek için, veto hakkını kullanmaya karar verdi...

Amerika'nın bu tek kalışı, ABD'deki lobinin bazı temsilcilerini endişelendirdi. Nitekim Thomas Friedman kaygılannı şöyle dile getirdi: "Can alıcı mesele Kudüs'ün statüsü meselesi değildir. Kudüs zaten her halükârda İsrail'in başşehri olarak kalacaktır... Evet asıl mesele İsrail Arap çatışmasında ve Filistinliler ile müzakerelerin sürdürülmesinde tek aracı durumundaki Amerika Birleşik Devletleri'nin inandıncılığı meselesidir" (N. Y. Times, 15.5.95). 

Kaynak: Dany Rubinstein, Haaretz, Mayıs 1995.

Davet edildiği A.I.P.A.C.'nin yıllık Toplantı'sında, Başkan Clinton Amerika Birleşik Devletleri'nin İsrail'e askerî yardımının genişliğine dikkat çekti :

"Amerika Birleşik Devletleri vaadlerini tutmuştur: İsrail'in askerî gücü bugün her zamankinden daha "etkili"dir. İkmal yapmadan uzun süre uçabilen dünyanın en iyi uçaklan olan F 15 Is'lerin satışına olurumuzu verdik. Körfez Savaşı'nın ardından başlayan, 200 uçak ve savaş helikopterinin teslimini sürdürdük. İsrail'i her türlü yeni füze saldırısından koruyacak olan Arrow'un üretimine 350 milyon dolarlık katkıda bulunmaya söz verdik. Ayrıca İsrail'e çok sayıda füze atıcı ultra modem bir sistemi de teslim ettik...

Yüksek teknoloji kapasitesini artırmak için İsrail'e süper bilgisayarlar verdik ve uzaya araç gönderme piyasamıza girmesini

[210] de sağladık ki bu, Amerika Birleşik Devletleri tarafından sunulmuş ve daha önce bir örneği bulunmayan bir imkandır.

... Strateji ve bilgi alışverişi konusundaki işbirliğimiz hiçbir zaman bu kadar sıkı olmamıştır. Bu sene birlikte büyük çaplı manevralar yaptık ve İsrail'deki askerî malzeme stoklama tesislerimizi genişletmeyi öngörüyoruz. İsrail şirketlerinden yüksek teknoloji ürünü malzeme alımı için, Pentagon 3 milyon dolardan fazla tutan mukaveleler imzalamıştır...

Kaynak: Middle East International, 26.5.1995.

Siyonist "lobi" için her yol mübahtır: Mali: baskıdan ahlâkî şantaja, bu arada medya ve yayınevleri boykotundan ölümle tehdite kadar...

Paul Findley tesbitlerini şöyle noktalıyordu: "İsrail politikasını tenkit eden kişi, üzücü ve sürekli misillemelere ve hatta İsrail "lobi"sinin baskıları yüzünden geçim vasıtalannı dahi kaybetmeye hazırlanmalıdır. Başkan onlardan korkuyor. Kongre onların bütün isteklerine boyun eğiyor. En itibarlı üniversiteler programlarında bu lobiye ters düşecek her şeyi bertaraf etmeye özen gösteriyorlar. Dev medya kuruluşları ve askerî komutanlar onun baskı/arına teslim oluyorlar" (s. 315). 

Kaynak: Hearings, Bölüm 9.23 Mayıs 1963.

[211]

 2. Fransa'daki lobi

 

 "Fransa'da, nüfuzunu özellikle
basın yayın çevrelerinde gösteren,
I˙srail yanlısı güçlü bir lobi mevcuttur."
General de Gaulle

 

Fransa'da, sadece General de Gaulle şöyle bir açıklamada bulunma cesareti gösterebilmiştir: "Fransa'da, nüfuzunu özellikle basın yayın çevrelerinde gösteren, İsrail yanlısı güçlü bir lobi mevcuttur. Bu iddia o zamanlar skandal etkisi yarattı. Oysa bu beyan, hala güncelliğini koruyan bir hakikat payıiçermektedir." 

Kaynak: Philippe Alexandre, "İsrail yanlısı peşin
hüküm", Le Parisien Libéré, 29 Şubat 1988.

 

O zamandan beri, hangi partiden olursa olsun, Michel Rocard'dan Jacques Chirac'a ve Mitterand'a varıncaya kadar, Fransa Cumhurbaşkanlığı'na aday olan hiçbir kimse yoktur ki, medya beratını almak için İsrail'e gitmemiş olsun.

Bugün yönetici merkezi "L.I.C.R.A." (ırkçılıg˘a ve Yahudi düs¸manlıg˘ına kars¸ı Milletlerarası Birlik) tarafından olus¸turulan Lobi'nin medya gücü öylesine fazladır ki kamuoyunu canının istedig˘i gibi yönlendirebilir. Fransa'daki Yahudi nüfusu

[212] Fransız halkının yaklaşık yüzde 2'sini oluşturduğu halde, siyonizm medyanın siyasî karar organlarının çoğunluğu üzerinde egemenliğe sahiptir. Televizyon, radyo, ister günlük gazete, ister haftalık dergi olsun, yazılı basın, -özellikle Hollywood'un istilâsı ile birlikte- sinema ve hatta (okuyucu komiteleri aracılığıyla veto edebildikleri) yayınevleri onların ellerindedir, tıpkı "medya"nın finans çarkı olan reklâmın da onların ellerinde olduğu gibi...

Olayların yönünü İsrail lehine çevirme söz konusu olduğunda, medyanın hemen hemen tamamının aynı koro içinde yer alması bunun apaçık delilidir. Nitekim bunlar zayıflar şid" dete başvurduğunda ona "terörizm" damgasını basar, güçlüler şiddet kullandığında onlarınkine "terörizme karşı mücadele" adını verirler.

Kötürüm bir Yahudi, FKÖ'nün satılmış bir militanı tarafından "Achille Lauro" gemisinden denize atıldı. Bunun terör eylemi olduğuna kimse itiraz edemez. Fakat buna misillerne olarak, İsrail hava kuvvetleri Tunus'u bombaladı ve pek çoğu çocuk olmak üzere 50 kişinin ölümüne sebep oldu. Medya bu vahşeti "Terörizme karşı mücadele, kanun ve düzeni savunma" olarak sundu.

İster Kopernik sokağındaki Sinagog'a karşı yapılan saldırı, ister Carpentras mezarlığında kabirlerin açılıp kirletilmesi, isterse Lübnan'ın istilâsı veya Irak'ın imhası söz konusu olsun, sanki görünmez bir orkestra şefinin çubuğuyla hareket ediyorlarmışcasına, bütün "medya"da aynı müzik icra ediliyor.

Bizzat kendim yaşadığım olayı da aktarabilirim: 1982 yılına kadar, en büyük yayınevleri, televizyon, radyo, büyük gazete ve dergiler ile serbestçe alışverişim vardı.

Lübnan'ın istilâsı ve katliamlar sırasında, 17 Haziran 1982'de Le Monde gazetesinde, parası ödenmiş tam sayfalık bir ilânı Genel Müdür Jacques Fauvet'den kopardım. Rahip Michel Lelong ve Papaz Matthiot ile birlikte bu ilânda biz "Lübnan

[213] katliamından sonra, İsrail saldınsının anlamı" üzerinde duruyorduk.

İlânda, bu istilâ ve katliâmın bir kusur değil, aksine İsrail devletinin dayandığı siyasî siyonizmin iç mantığının bir neticesi olduğunu ispatlıyorduk.

Bu ilânın ardından adını vermeyen kişiler tarafından gönderilen mektuplar ve açılan telefonlarla dokuz ölüm tehdidi aldım.

L.I.C.R.A. bizi "Yahudi düşmanlığı ve ırk ayırımcılığı kışkırtıcılığı" ile suçlayarak mahkemeye verdi.

Jacques Fauvet'nin avukatı, Yahudi cemaati ve hele hele Yahudi inancı ile İsrail devletini birbirine karıştırmamak gerektiğini, bu devletin Lübnan'daki zulümlerinin Mendès France ve Nahum Goldman gibi yüksek Yahudi şahsiyetler tarafından da kınandığını hatırlattı.

Bizim, yani Rahip Lelong, Papaz Matthiot ve benim savunmamız, bizzat ilân metninde apaçık göründüğü şeklinde oldu: Yahudi Peygamberlerinin getirdikleri dine hayatımızın neler borçlu olduğunu belirttik.

Ne var ki siyasi: siyonizm İsrail'in Allah'ı yerine İsrail devletini koymuştu.

Bu devletin Lübnan ve Filistin'de iğrenç karışımlar meydana getirerek takındığı tavır, dünyanın gözünde Yahudiliğin değerini düşürmektedir. Şu halde bizim siyasî siyonizme karşı verdiğimiz mücadele, Yahudi düşmanlığına karşı verilen mücadeleden ayrı düşünülemez.

Kendi payıma ben, mahkeme önünde, Filistin, İlâhî Mesajlar Diyarı adlı incelememdeki tahlilleri tekrar sundum: Theodore Herzl tarafından kurulan (ve o sıralarda dünyadaki bütün hahamlar tarafından Yahudi dinine ihanet olarak mahkûm edilen) siyasî siyonizm, kaynağını Yahudi dininden değil, aksine milliyetçilikten ve 19, yüzyıl Avrupa sömürgeciliğinden almaktadır.

[214]
Güney Afrika'da olduğu gibi Filistin'de de sömürge ci işgal ve yerleşimin son artıkları, (BM tarafından resmen açıklanmış ve kınanmış) ırkçılıkları yüzünden yerli halkın sömürge ci işgalciye karşı direnişiyle yüzyüze gelmektedir.

Her sömürgecilikte ve her işgal rejiminde olduğu gibi (ki biz bunu Fransa'da Hitler'in işgali sırasında yaşadık), baskının adı "düzeni sağlama", direnişin adı ise "terörizm"dir.

Bana bir Yahudi düşmanı portresi çizmeye çalışan L.I.C.R.A.'nın avukatını dinlerken, 1967'de, Kudüs'te Ağlama Duvarı'nda ve ardından o zaman Dünya Yahudi Kongresi BaşkanıNahum Goldman'ın evinde bana eşlik eden İsrailli Bakan Barzilai'yi düşündüm.

Bizim gibi sürgün arkadaşlarımıza benim "İsrail Peygamberleri" derslerimi hazırlarnama yardımcı olan (sonradan L.I.C.R.A. haline gelecek) L.I.C.A.'nın kurucusu dostum Bernard Lecache ile toplama kamplarında geçirdiğimiz günleri düşündüm.

Bernard'la ben (Kitab-ı Mukaddes'teki) Amos'tan bazı metinler okuduktan sonra, komünist militan ve Tarn'lı tanrı tanımaz o ihtiyarın, "Bu sözler insanı yüreklendiriyor!" şeklindeki sözlerini zihnimden geçirdim.

I˙srail siyonizminin Amerika ve Fransa medyasının neredeyse tamamına hakim olus¸u, dünyaya s¸u anlam tahribatınızorla kabul ettirmektedir: Londra'da bir I˙srailli diplomat saldırıya ug˘rar (bizzat Bayan Thatcher Avam Kamarası'nda saldırganın FKÖ ile alâkası bulunmadıg˘ını ispat eder): Bunun adı"terörizm"dir. I˙srail ordusu Lübnan'ı is¸gal eder ve orada binlerce kis¸iyi katleder: Bu harekâtın adı ise "Galile'de Barıs¸! "tır.

1 Ocak 1989'da, televizyonda "taşlı isyan"ın bilânçosunu dinliyorum: Filistinliler arasında (çoğunluğunu çakıl taşları atan çocukların oluşturduğu) 327 kişi ölmüş, İsrail tarafında ise (çoğunluğunu kurşun sıkan askerlerin oluşturduğu) 8 kişi. Aynı gün bir İsrailli bakan demeç veriyor: "Filistinliler şiddet

[215] hareketlerinden vazgeçmedikleri sürece görüşmeler olmayacaktır." Acaba ben mi rüya görüyorum? Yoksa bu tenkitçi ruhun uyuşturulmuş olması ortak bir kâbus mu? Anlamsızlığın zaferi!

Daha 1969'da, General de Gaulle, basından televizyona, sinemadan yayınevlerine kadar bütün medyada siyonist lobinin "aşırı nüfuzu"nu ifşa ediyordu. Bugün, bu "aşırı nüfuz", zayıfların teknik yönden fazla gelişmemiş direnişine "terörizm" ve güçlülerin son derece öldürücü şiddetine ise "terörizme karşı mücadele" adını vermek suretiyle, tam bir anlam tahribatı yapmayı başarmış bulunuyor.

İşte biz bu anlam saptırmasını, bu yalanı ortaya çıkardığımız için, Rahip Lelong, Papaz Matthiot ve ben suçluyduk. Paris asliye hukuk mahkemesi, 24 Mart 1983 tarihli kararıyla "ırkçı kışkırtma değil, bir devletin politikasının ve bu politikanın ilham aldığı ideolojinin meşru bir tenkidi söz konusu olduğu görüldüğünden... L.I.C.R.A.'nın bütün taleplerini reddeder ve onu mahkeme masraflarını ödemeye mahkûm eder."

L.I.C.R.A bu karar üzerine kudurdu ve temyize bas¸vurdu. 11 Ocak 1984'te Paris Yüksek Mahkemesi hükmünü açıklar.

Temyiz Mahkemesi, makalemizden I˙srail'i ırkçılıkla suçladıg˘ımız bir pasajı alıntılar.

Mahkeme, "bildiriye imza koyanlar tarafından ortaya atılan görüşün, sadece İsrail kanunlarıyla belirlenen Yahudilik'in dar anlamıyla ilgilendiği nazan itibara alınarak... L.I.C.R.A 'nın bütün taleplerini reddeden ve L.I.C.R.A 'yı masrafları ödemeye mahkûm eden karan tasdik eder".

L.I.C.R.A. bir üst mahkemeye başvurur. Yargıtayın 4 Kasım 1987 tarihli kararı, siyonistlerin bizi yasal yoldan aşağılamaya yönelik bütün umutlarını söndürür: Mahkeme "itirazıreddeder ve davacıyı mahkeme masraflarını ödemeye mahkûm eder".

Örtbas etme harekatı bu sefer hukukun ötesinde sürdürülür.

[216] Siyonist "lobi"nin elinde imkânlar vardır. Eğer biz mahkûm olsaydık, Yahudi düşmanları olarak âleme karşı rezil etmek üzere bütün basında manşet haber olarak verilecektik. Halbuki L.I.C.R.A.'nın bütün mahkemeler tarafından tasdik edilen mahkûmiyeti sistemli bir şekilde hasıraltı edildi. Hatta eski Genel Müdürü Fauvet'nin bu mücadeleye bizimle birlikte katılmış olmasına rağmen, Le Monde bile haberi anlamsız ve önemsiz bir şekle sokup geçiştirdi.

Buna karşılık benim beklediğim ablukam şahane bir şekilde gerçekleşti. Siyonist sömürgeciliğin mantığı hakkında Le Monde'da çıkan bildiriye iki satır eklemiş ve okuyucuları bu ilânın masraflarını karşılamaya davet etmiştim. Bu duyuru beş milyon santime malolmuştu. Yüzlerce küçük çekle bana yedi milyon gönderildi. Bağış yapanların ikisi haham olmak üzere, üçte biri Yahudi idi.

Fakat bu hadiseden sonra medyanın soluğumu kesme taarruzu başladı. Artık televizyonda boy göstermem imkânsızdı, basın yayın organlarına gönderdiğim makaleler reddediliyordu. Gallimard'dan Seuil'e, Plon'dan Grasset'ye ve Laffont'a varıncaya kadar bütün büyük yayınevlerine kırk kitabımı yayınlatmıştım. Bu kitaplarım yirmi yedi dile tercüme edilmişlerdi. Bundan böyle ise bütün kapılar yüzüme kapandı. En büyük yayımcılarımdan biri, kendi yönetim kuruluna şöyle denildiğini duyar: "Eğer Garaudy'nin bir kitabını yayımlarsanız, bir daha Amerikan eserlerinin tercüme hakkını alamazsınız." Benim kitabımı neşretmeyi kabul etmesi demek, yayınevinin tuz buz olması demekti. Bir diğer "büyük", bir başka eserimle ilgili olarak, kitabım çok hoşuna gittiği için, çalışmamı tamamlamamda bana üç ay yardım etmiş, emek vermiş olan yayınevinin edebiyat dizisi müdiresine şöyle der: "Bu yayınevinde Garaudy'yi istemiyorum."

İşte bir adamın etrafının duvarlarla çevrilişinin kısa hikâyesi.

[217]
Bizim anlamsızlığa karşı, saçmalığa karşı direniş ağlarımız gizliliğe mahkûm edildi. Bense edebî ölüme. Umut suçundan ötürü.

Bu anlattıklarım, sadece siyonizmin "anlamı tersine çevirme ve tahrip etme" konusundaki becerisini gösteren ve bizzat kendi şahit olduğum bir örnektir.

Örnekleri çoğaltmamız mümkün, fakat herbirimiz, her gün bunun en çarpıcı örneğiyle yüzyüzeyiz ve bunun şahidiyiz: Nitekim Hitler'in bütün insanlığa karşı işlediği cinayetin anlamı bile, siyonist propaganda ile saptırılmış ve bu insanlığa karşı cinayet, kurbanları sadece ve sadece Yahudiler olan geniş çaplı bir katlima indirgenmiştir. 

* * * 

Ardından bir adım daha atılacak, adalet dağıtmakla görevli kişiler, tarihî hakikatin hâkimleri yapılacak, basın hürriyetiyle ilgili önceki kanunlara rağmen, bu "karakuşî hükümler" kanun yoluyla zorla kabul ettirilecektir..

Fikir suçu bundan böyle, Mayıs 1990'da çıkarılan (bu lânet kanuna vaftiz babalığı eden komünist milletvekilinin adı ile) "Gayssot kanunu" olarak bilinen (43 sayılı) Fabius kanunu ile yasal hale getirilir.

Bu, 1881 yılında kabul edilmiş basın hürriyeti kanununa mükerrer bir 24. madde koymaktan ibarettir ve şöyle denilmektedir:

"8 Ağustos 1945 Londra mutabakatına dahil edilen Milletlerarası Askerî Mahkeme'nin statüsünün 6. maddesinde belirlendikleri haliyle insanlığa karşı işlenmiş bir veya birkaç suçun varlığına... itiraz edecek olanlar, 24. maddenin 6. bendinde öngörülen cezalara çarptınlacaklardır.

Kaynak: Millet Meclisi tarafından kabul edilen
kanun teklifi, bu teklif MM Başkanı tarafından,
 Senato Bas¸kanı'na havale edilmis¸tir, 3 Mayıs
1990 tarihli otummun tutanağına eklenmiştir, no 278.

Mösyö (milletvekili) Asensi'nin raporu aydınlatıcıydı

[218] (s.21): "Revizyonizm"le ilgili olarak sizden yeni bir suçlama ortaya koymanız istenmektedir.

Ayrıca rapor, "kanunun çiğnenmesi durumunda derneklere müdahil taraf olarak verilen dava etme yetkilerinin genişletilmesini" de tavsiye ediyordu (madde 7).

Daha giriş kısmında, raportör güdülen gayeyi belirliyordu : "Mevcut zecrî müdafaa imkânlarını tamamlamak, ceza yasasının... yıldırma ve bastırma rolünü tam olarak oynamasını sağlamak" (s. 5). 

Kaynak: 26 Nisan 1990 oturumunun
tutanağina ek, 1296 sayılı rapor.

Daha önce gözler önüne serdiğimiz üzere, Nürnberg Mahkemesi otorite kurma yetkisine başka herhangi bir mahkemeden daha az lâyıktır.

Bir sene sonra, Mösyö Toubon tarafından bu kanuna boşuna bir değişiklik önergesi verildi: "Basın hürriyeti hakkındaki 29 Temmuz 1881 tarihli kanunun mükerrer 24. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır." Bu teklif, "revizyonist" tarihçilere karşı Gayssot tarafından öngörülen baskıyı ortadan kaldırıyor ve tarihi tenkit etmeyi ırkçılık veya Hitler'i övme ile aynı düzeye koymayı reddediyordu.

Toubon görüşünü şu mantıkla savunuyordu:

"Komünist grubun, ilk imzayı Gayssot'un attığı, bir kanun teklifinin esası üzerinde 1990'da tartıştığımız zaman, tarihî hakikati tarihin söylemesine bırakmak yerine kanunla tesbit ettirmekten ibaret olan bu yasa metninin prensibine itiraz etmiştim itiraz eden tek kişi ben değildim-.

Bazıları, hakikati ortaya çıkaran tarih ise, bunun kanunla dayatılamayacağını ileri sürdüler. Bazı sözler çok ileri gider ve bunların ifade edilmesine izin vermemek gerekir. Fakat bu, hissedilmeyecek şekilde siyasî suça ve fikir suçuna doğru kayar gider.

Ek 24. madde, bence çok vahim bir siyasî ve hukukî yanlıştır.

[219] Aslında o olağanüstü durum kanunu niteliği taşımaktadır ve bundan dolayı çok üzgünüm. Aradan bir yıl geçti. Bizler bir Carpentras olayları ayında değiliz. Hatırlıyorum da, sunuluşundan kırk sekiz saat sonra alelacele başkanlar toplantısıyla gündeme sokulmuş ve kaydına Meclis Başkanı Fabius şahsen karar vermiş olduğu için derhal tartışılmış olan bir yasa metnini tetkik etmek gereği duymadık. Bir sene sonra, soğukkanlılıkla meseleye baktığımda, geçenlerde yaptığım gibi, bu kanunun geçerliliğini, mükerrer 24. madde tarafından öngörülen revizyonizm suçunun geçerliliğini tetkik edebiliyor ve Simone Weil ile birlikte, bu suçun yersiz olduğu sonucuna vanyoruz.

Kaynak: 22 Haziran 1991 tarihli resmî
 gazete, s. 3571. Parlamenter tartışmalan,
 2. oturum, 21 Haziran 1991.

Gerçekten de, bundan böyle Nürnberg Mahkemesi'nin vardığı sonuçları tartışma konusu yapması her tarihçiye yasaktır. Halbuki o mahkemenin Amerikalı Başkanı bu Mahkeme ile "savaşın son safhası"nın söz konusu olduğunu ve "o yüzden delil ve mahkûm etme hususunda normal mahkemelerin hukuki kurallanna uyulmadığı"nı dürüstçe itiraf etmişti. 

* * * 

Bu lânet kanunun izinde yürüyerek, Jacques Chirac'ın 16 Temmuz 1995 pazar günü verdiği demeç, tarihimizin önemli bir anını işaretler. Çünkü bu demeç feragat yarışı yapayım derken millî birliği zedelemektedir. Gerçekten de Cumhurbaşkanı "işgalcinin cani çılgınlığl Fransızlar ve Fransa devleti tarafından yardım görmüştür" demekle Fransa'ya karşı çifte suç işlemektedir :

— Önce, Vichy'den Fransa devleti gibi bahsetmekte ve ona böylelikle bir mes¸ruiyet kazandırmaktadır.

— Sonra, is¸galciye hizmet eden köle ruhlu yöneticilerle Fransız halkını birbirine karıs¸tırmak suretiyle halkımızı as¸ag˘ılamaktadır.

[220]
Böylece de, Bernard-Henri Levy'nin Fransız İdeolojisi kitabında savunduğu siyonist görüş resmen tasdik edilmektedir. Nitekim o bu kitabında şöyle yazmaktadır: "Bütün Fransız kültürü... bizim en kıymetli Fransız geleneklerimiz birer birer alçaklıktaki kıdemimize şahitlik ediyor."

Yazar, Fransa'yı "genellikle nasyonal sosyalizmin vatanı" yapan, "Fransız düşüncesinin kalbine" sinmiş bu "eski cerahat artığını" yakından takip etmeye çağırır. 

Kaynak: Bernard-Henri Lévy, L'idéologie
 française
, Grasset, 1981, s. 61, 92 ve 125.

Meselenin doruk noktası, Fransa Başhahamı Sitruk'un yönettiği âyinde, 8 Temmuz 1990'da, İsrail'de İzak Şamir'e (ki bizzat bu adam Hitler'e hizmet etmiş ve kendisinin siyaseti, tabil yöneticilik ettiği devletinin de siyaseti, durmaksızın milletlerarası kanunları çiğnemek ve BM kararlarından hiçbirini hesaba katmamak olmuştur) söylediği şu sözlerdir: "Her Fransız Yahudi'si İsrail'in bir temsilcisidir... Emin olunuz, Fransa'daki her Yahudi, sizin savunduklarınızın bir savunucusudur."

Bir de şöyle diyordu: "Hem de "çifte bir bağlılığı" düşünmek sizin." 

Kaynak: Le Monde, 9 Temmuz 1990.

Hitler'e ittifak teklifinde bulunmuş olan kişi karşısında söylenen bu sözler, aslına bakarsanız, Şamir'i başkanlar arasında olmaktan ziyade tövbekarlar arasına çok haklı olarak yerleştirmiş oluyordu.

Elbette Fransız halkının (Chirac tarafından) bu aşağılanışı, C.R.I.F (Fransa Yahudi Kurumları Temsil Konseyi) yöneticileri tarafından coşkuyla selamlanmış ve aynen şu ifade kullanılmıştı: "(Konseyimiz) Fransız devletinin 1940 ve 1944 arasında devam ettiğinin, en yüksek Fransız yetkilisi tarafından nihayet kabul edildiğini görmekten ötürü son derece memnundur."

Utanç verici bir başka davranış da, Fransa'nın bütün partilerinin

[221] başkanlarının, Figaro'dan Humanité'ye kadar, halka seslenen yayın organlarında, Chirac'ın bu inkarını tasvip etmiş olmalarıdır.

De Gaulle Vichy'yi hiçbir zaman bir devlet olarak görmemişti. "Hitler Vichyyi yarattı" diyor (Hatıralar, c. 1, s. 389) ve "Vichy'nin figüranları"ndan bahsediyordu (age., I, s. 130).

"Düşmanın keyfine bağlı bir rejimin gaynmeşruluğunu ilân ettim" (c. 1, s. 107). "Tam anlamıyla Fransız hükümeti mevcut değildir" (c. 1, s. 388, Brazzaville'de).

28 Mart 1940'ta İngiltere ile yapılmış, her türlü ayrı ateşkesi reddeden (c. 1, s. 74) anlaşmaya dayanarak açıkça şöyle diyordu: "Vichy'de bulunan ve bu adı (devlet) taşıdığını iddia eden teşkilat, anayasaya aykırıdır ve istilacının buyruğundadır... Bu teşkilat, Fransa'nın düşmanları tarafından kullanılabilen ve gerçekten de kullanılmış olan sadece bir âlettir" (c. 1, s. 342).

De Gaulle bu tavrını bütün savaş boyunca sürdürdü. 23 Eylül 1941'de, Fransız Millî Komitesi'ni kuruluş kararnamesiyle, şunları ilân ediyordu :

"27 Ekim ve 12 Kasım 1940 tarihli emirlerimiz, 16 Kasım 1940 tarihli örgüt bildirimimizin bütününü göz önünde bulunduran;

Savaş haline bağlı olan durumun millî temsilin her türlü hür ifadesini ve her türlü toplantıyı engellemeye devam ettiğini dikkate alan;

Gerek düşman faaliyetleriyle gerekse onunla işbirliği yapan yetkililerin tecavüzleriyle, hem bütün anayurtta hem de İmparatorluk topraklannda, Fransız Cumhuriyeti'nin anayasası ve kanunlarının çiğnenmeye devam edildiğini dikkate alan;

Fransız milletinin ezici çoğunluğunun şiddet ve ihanet yoluyla dayatılan bir rejimi kabul etmekten uzak olduğunu, sayısız delilin apaçık gösterdiğini dikkate alan (Komitemiz), Hür Fransa'nın otoritesinde kendi dilek ve isteklerinin ifadesini görür...

Kaynak: Hatıralar (Mémoires) c. 1, s. 394.

[222]
De Gaulle böylece Fransız halkını yöneticilerinin kullug˘undan kurtarıyordu.

"Yöneticilerinin şahsında Vichy'nin mahkûm edilmesi, Fransa'yı millî kimliğinden geçmek demek olan bir siyasetten ayınyordu" (c. 3, s. 301).

Paris halkının ayaklanışını yad ederken de şunları yazar :

"Ne düşmanımız arasında, ne de dostlarımız yanında bilmeyen yoktu ki, dört yıllık baskı başşehrin ruhuna boyun eğdirememişti; ihanet sağlam kalmış bir vücudun yüzeyinde iğrenç bir köpükten ibaretti; Paris'in sokakları, evleri, fabrikalan, atölyeleri, büroları, şantiyeleri, kurşuna dizilmeler, işkenceler, tutuklamalar pahasına, Direniş'in kahramanca gayretlerinin gerçekleştirildiğini görmüşlerdi.

Kaynak: Hatıralar, c. 3, s. 442.

"En kötü anlarda bile, halkımız hiçbir zaman kendi kimliğini feda etmedi" (c. 3, s. 494).

İşte bunlar Chirac'ın, o birkaç kelimeyle, siyonist yöneticilerin medya iktidarını kollamak ve böylelikle de siyonist lobinin pençesindeki Amerika Birleşik Devletleri'ne kulluğunu ilân etmek için inkar ettiği hakikatlerdir. O Amerika ki daha önce de Chirac'ı, Fransa'nın yıkımı demek olan Maastricht'e muhalefetinden vazgeçinti. Halbuki bu, ("Milletlerarası Ticarî Uzlaşmalar" diye yeniden isimlendirilmiş) G.A.T.T.'ın Amerikan diktalarına teslimiyetini tasdik demekti. Bu diktalar, Üçüncü Dünya ülkeleriyle olan ilişkilerinde yaptığı köklü değişiklikle birlikte, Fransa'nın bağımsızlık ve yenilenme imkânlarını yok etmekteler. 

* * * 

İsrail'e karşı sürekli bir tehdidin varlığına ve İsrail'in yardımına koşmak gereğine inandırmak için siyonizm, Yahudi düşmanlığı öcüsünü sürekli işlemektedir. İsrail'in yapacağı zulümleri örtbas etmek için, birkaç gün öncesinden yapılan provokasyonlar

[223] hiç eksik olmaz. Bu yöntem hep aynıdır, hiç değişmez. Nitekim Sabra ve Şatila katliamları münasebetiyle yazdığı yazıda yazar Tahar Bin Cellun (Tahar Ben Jelloun) bu hususa dikkat çekiyordu:

"Hep aynı ana rastlamış olan olaylar vardır, bunların sık sık tekrar etmesi, sonunda ister istemez insana son derece önemli bir ipucu verir. Şu an artık Avrupa'da Yahudi düşmanı bir suikastın neye hizmet ettiği ve bu cinayetten kimin yarar sağladığı çok iyi biliniyor: Böyle bir suikast, Filistinli ve Lübnanlı sivil halkın kasıtlı bir katliamı için kullanılıyor. Bu tür suikastIarın Beyrut'u kan deryasına çevirmenin ya öncesinde, ya hemen peşinde veya aynı zamanda meydana geldikleri rahatça gözlenebilir. Bu terörist eylemler öyle plânlanmakta ve öyle mükemmel bir şekilde icra edilmektedir ki, şimdiye kadar bunların hepsi de güdülen siyası hedefe dolaylı veya dolaysız isabet etmiştir. Bu hedef, Filistin meselesinin biraz anlayış kazanır, hatta biraz sempati toplar gibi olduğu her seferinde dikkatleri saptırmaktır. Kurbanları cellat/ar ve teröristler yapmak için sistemli olarak durumun tersine çevrilmesi söz konusu değil midir? Filistinli1er'i "terörist" yaparken, onlar tarihten ve dolayısıyla da hak ve hukuktan kovulup atılmaktadır.

9 Ağustos'taki Rosiers Sokağı katliamı, Beyrut üzerine boşalan her türlü bomba tufanından birkaç saat önce meydana gelmedi mi?

Beşir Gemayel'in katlini, iki saat sonra, İsrail ordusunun Batı Beyrut'a girişi takip etmedi mi (bu durum aynı zamanda Yaser Arafat'ın Papa ile tarihî görüşmesini de dikkatlerden kaçırmadı mı)?

Cardinet Sokağı'nda bomba konulmuş arabanın havaya uçurulması ve ertesi gün Bruxelles sinagogu önünde silâhla tarama, Sabra ve Şatila kamplarında benzeri görülmemiş katliamla aynı zamana rastlatılmadı mı?" 

Kaynak: Le Monde, 22 Eylül 1982, s. 2.

[224]
Ders almamız gereken tarihî emsaller vardır: Irk merkezli bir' "bilgi ve haber aktarımı" ile zihinleri tıka basa doldurarak, kamuoyunu yönlendirmek için gösterilen sistemli gayret Yahudi düşmanlığını besler.

"Berlin'de tiyatro, gazetecilik, vb... Yahudi tekelindeydi. "Berliner Tageblatt" Almanya'nın en önemli gazetesiydi, ondan sonra da "Vosiche Zeitung" geliyordu. Birincisi Mosse'ye aitti, ikincisi ise Ulstein'a, her ikisi de Yahudi idi. Sosyal demokratların baş gazetesi "Vorwärts"ın Genel Müdürü Yahudi idi. Almanlar basını Yahudi "Judenpress" olmakla suçladıkları zaman, bu saf hakikatti.

Kaynak: Y. Leibowitz : İsrail ve Yahudilik,
 Desclée de Brouwer, 1993, s. 113 (Yahudi
düşmanlığının kaynaklan hakkındaki bölüm).

Bu manevraların ve bunların medya tarafından istismar edilmesinin en yeni örneği, Carpentras (Karpantra) Mezarlığı hadisesidir.

Mayıs 1990'da, Carpentras Yahudi mezarlığında, bazı kabirler deşilmişti. Ölülerden birinin cesedi kazığa oturtulmuşve bir başka mezara nakledilmişti.

İçişleri Bakanı Pierre joxe derhal şu demeci veriyordu: "Canilerin kim olduklarını, bu "iğrenç ırkçılığın" suçlularını bilmek için polis araştırmasına gerek yok." Halbuki, aradan beş sene geçmesine ve araştırıcı, hakim veya polis, onlarca soruşturma heyetinin incelemesine rağmen, bugün bu alçaklığın suçlularının kimler olduğunu söyleyememektedir.

Bütün bilinen, Yahudi mezarlığına saldırıldığı ve bunun bir "kurgu" olduğudur. Zira araştırmayı yürütenlerin birkaç gün sonra açıkladıkları üzere, Mösyö Germon'un cesedi kazlğa otunulmamıştı. O halde sormak gerekir: Kim? Niçin? Olayın dehşetini anırmak ve kamuoyunun kinini tahrik etmek için bu "kurgu"dan yararlanmak isteyen kimdi?

Aynı yöntem (Romanya'nın) Timişoara şehrinde de kullanıldı :

[225] Fotoğrafları bütün dünyaya yayılınca, sözde kitle katliamlarına karşı daha fazla kin ve daha fazla öfke duyulsun diye morgdan kadavralar çıkarıldı.

Jean-Marie Domenach (Esprit dergisi eski yazıişleri müdürü), 31 Ekim 1990 Çarşamba günü Le Monde'da "Carpentras Üzerindeki Sessizlik" başlığı altında şunları yazıyordu: "Carpentras Yahudi mezarlığı kirletileli neredeyse altı ay oldu... Altı ay sonra hâlâ canilerin kimler oldukları bilinmiyor. Daha da şaşırtıcı olan husus: Bu iğrenç olayı, yüz binlerce göstericiyi sokaklara döken ve Fransa'nın itibarına dış ülkelerde gölge düşüren bir skandalolarak sunan yazılı ve görsel basın organları, araştırma ve soruşturmanın üzerine gitmediler ve susuyorlar. Hiçbir parlamenter, hiçbir ahlâk veya fikir otoritesi hükümeti sorguya çekmeye cesaret edemiyor. Carpentras, suçluları tanınmadan ve tam olarak ne olup bittiği bilinmeden, milletin yüzkarası olmuş gibi gözüküyor. Carpentras hakikati konusunda kimse bir şey söyleyemiyor veya söylemeye cesaret edemiyor."

Jean-Marie Domenach tarafından ifşa edilen garip "Carpentras üzerindeki "garip" sessizlik", ilk günlerde medyanın kopardığı o müthiş gürültüyle tam bir tezat teşkil ediyor.

14 Mayıs 1990'da düzenlenen protestoda, polise göre seksen bin, düzenleyicilere göre ise 200 bin kişi Paris'te gösteri yapmıştı. Notre- Dame'ın büyük çanı onların şerefine çalmıştı.

Aslında, Carpentras iğrençliğinin faillerinin kimler olduğunu kimse bilmiyordu. Öyleyse, kime karşı gösteri yapılıyordu?

Kime karşı? Bunu ancak soruşturma söyleyebilirdi, ama söylemedi.

Fakat bu gösteri kimin yararına idi?

I˙s¸te bu apaçık ortadaydı: I˙srail bayrag˘ı göstericilerin bas¸ları üzerinde dalgalanıyordu.

Georges Marchais'nin kasıla kasıla François Léotard'ın elini

[226] sıktığı bu Gösteri sırasındaki bu garip "Millî Birlik", İsrail'i her türlü milletlerarası kanunların üstüne yerleştiren dogmalardan şüphesi olan kimselere karşı toplu bir saldırı yapma imkânı veriyordu. Gösterinin anlamını açıklayan kısa nutkunda Başhaham sitruk tabiî ki haykırabilirdi: "Kimsenin ulu orta konuşmasına müsaade etmeyelim! "Revizyonist" profesörlere, sorumsuz siyaset adamlarına derslerini verelim!

Kaynak: Le Méridional, Pazartesi, 14 Mayıs 1990. Carpentras

Mezarlığı'na yapılan saygısızlık konusundaki hakikat, bununla beraber hâlâ onaya çıkarılmadı, çünkü soruşturmayı yapanlara telkin edilen bütün ipuçları içinde, tek bir ipucu, aslında hakikate en yakın olanı hep gözardı edildi.

En kaçınılmaz şahit olması gereken kişilere niçin susmaları emredildi?

"Carpentras Sinagog'unun bekçisi ve mezarlığın anahtarını elinde bulunduran Bay Kuhana, Félix Germon'un cesedini ilk görmüş kişilerden biri olduğu halde, bizimle konuşmayı niçin reddediyor? Niçin bize "Siz Vali bile olsanız, ben hiçbir şey söylememe emri aldım" diyor? Hahamlar Kurulu Başkanı onun konuşmasını yasaklamış. "Çünkü televizyonda rastgele şeyler söyleyebilir" diye onu haklı çıkarıyor Doktor Freddy Haddad, zaten kendisi de, tıpkı Haham Amar gibi, bu saygısızlık ve kirletilme konusunda son derece ağzı sıkı davranıyor ve hiçbir şey söylemiyor.

Kaynak: Var Matin Magazine, 15 Nisan  1995 Pazartesi,
röportajı yapan Michel Letereux ve Michel Brault'nuu makaleleri.

Kendisine mezarlarından çıkarılan cesetlerin tekrar kutsanıp kutsanmayacakları sorulduğunda, Carpentras Haham'ı niçin "Bu benim yetkim dahilinde değilı" cevabı veriyor? Hahamlar Kurulu Başkanı da "Tekrar kutsanmaları için hiçbir sebep yok!" karşılığını veriyor. Belediye Başkanı ise "Benden hiçbir talepte bulunulmadı" diyor. 

Kaynak: Var Matin'itı aynı makalesi, 15 Nisan 1995 pazartesi.

 [227]

Niçin hiçbir Fransız gazetesi, daha önceki böylesi bir mezara "saygısızlık" örneğinin -tıpatıp aynısının- daha önce yapılmış olduğunu hatırlatmadı? Sözünü ettiğimiz "saygısızlık", Tel-Aviv yakınındaki Rişon Letzion İsrail mezarlığında, 2 Man 1984 gecesi yapılmıştı. Bir kadının cesedi mezardan çıkarılmış ve Yahudi mezarlığının dışına atılmıştı. "Barbar Yahudi düşmanlığı eylemi" diye derhal yaygarayı bastılar dünyadaki Yahudi cemaatleri. İsrail polisi birkaç gün sonra, bu çirkin saldırının gerçek sebebini ortaya çıkardı: Bu kadar utançverici muameleye tabi tutulan kadavra, bir Yahudi'nin karısıolmakla beraber, Hıristiyan menşeli olan Madam Teresa Engelowicz'indi. Bağnaz Yahudiler onun cesedinin orada bulunuşunu Yahudi mezarlığının kirlenmesi olarak görüyorlardı ve Rişon Letzion daha önce o kadavranın oradan çıkarılması talebinde bulunmuştU.

Niçin hiçbir Fransız gazetesi bu iki olayarasındaki paralelliğe dikkat çekmedi? Evet, yine gece vakti kadavrası kabrinden çıkarılıp atılmış ve omelun kazığa oturtma "kurgu"suna konu edilmiş olan Mösyö German da, Hıristiyan bir kadınla evlenmiş olmaktan ötürü "suçlu" idi ve onun cesedi yakındaki bir mezarın üstüne, bir Katalik erkekle evlenmiş olmaktan suçlu Madam Emma Ullman'nın kabri üstüne götürülüp atılmıştı.

İsrail'de, İsrail kurulmazdan önce Filistin'in bir "çöl" olduğuna inandırmak için, buldozerlerle yüzlerce köyün evlerinin, çitlerinin, mezarlıklarının ve kabirlerinin yıkılıp düzlenip yok edildiklerini niçin kimse hatırlatmadı? 

Kaynak: Israel Şahak, İsrail Devletinin ırkçdığı /
Le Racisme de l'Etat d'Israël
, s. 152 ve devamı.

Kudüs İbrani Üniversitesi'ndeki "Demokrasi Günü"nün ertesinde, Yahudi üniversite öğrencileri şu hakiki soruyu sordular:

[228]
"Kudüs'teki Agron Sokağı ve Tel-Aviv'deki Hilton Oteli'nin Müslümanlar'ın yıkılmış mezarları üzerine inşa edildiklerini öğrendiğinizde niçin protesto etmediniz?" 

Kaynak: "İsrail Sosyalist Örgüt Öğrencileri:
 Matzpen", P.O.B. 2234, Kudüs.




[1] Bu eser Pınar Yayınları tarafından" ABD'de İsrail Lobisi" adıyla yayımlanmıştır.

[2] Yarım asırdır bu tavırda hiçbir değişiklik olmamıştır. Fransa Başhahamı jozef Sitruk, Kudüs'te İsrail Başbakanı İzak Şamir'e şunu söylüyordu: "Her Fransız Yahudi'si İsrail'in bir temsilcisidir... Emin olunuz ki Fransa'da her Yahudi sizin savunduklannızın savunucusudur."

Kaynak: İsrail Radyosu, 9 Temmuz 1990. Haber, 12 ve 13 Temmuz 1990 tarihli "Le Monde"da yer almış ve Fransa Yahudi Cemaati'nin 12 Temmuz 1990 tarihli günlük gazetesi "Jour J"de şu ilâve ile tekrarlanmıştır: "Benim kafamda çifte baglılık diye en ufak bir düşünce yoktur." Doğrusu buna şaşardık!




[ 1 ] [ 2 ] [ 3 ] [ 4 ] [ 5 ] [ 6 ] [ 7 ] [ 8 ]

[ PDF ]

 ——————————————————————